Zonguldaklı Gazeteci-Yazar Yüksel Yıldırım nostalji yazılılarıyla ilgi odağı olmaya devam ediyor. Zonguldak'ın kültürünü ve tarihini yazdığı yazılarla yansıtan Yüksel Yıldırım "Bir daha göremediğim Zonguldak'ı" başlıklı yazısıyla yine gündem yarattı. 

ACABA NASIL KATLEDİLDİ? 

Yazıda yıllar önce doğa harikası olan Zonguldak'ın "Acaba nasıl katledildi kent ve çevresi..." şeklindeki cümle de dikkatlerden kaçmadı. 
İşte Yüksel Yıldırım'ın nostalji kokan yazısı... 

BİR DAHA GÖREMEDİM ZONGULDAK’I

"Evet: bir daha göremedi Zonguldak’ı… 
Bülent Habora” Zonguldak’a. 1948 yılında 8 yaşında iken amcasının yanına ailesi tarafından gönderilmiş, ilerde iyi bir gazeteci-yazar olunca kaleme almış Zonguldak ziyaretini. Unutmamış Zonguldak’ı, belli ki bir daha gelmeyi umut ederek bağlamış son cümlesini… “Bir daha göremedim Zonguldak’ı…” 
Artık onun göremediği yol boyunca uzanan sokak lambaları takıldı. Yemyeşil alanlarla kaplı arazide olan üç beş tane ev, yerini beton yığınları arasında kalan üç beş tane ağaca bıraktı. Yamaçlar arasında uzanan kumsalların yerini dolgu yapılmış taşlık sahiller kapladı. Hissetmiş olacak ki özlediği Zonguldak’ın bugününü resmetmiş son cümlesinde Bülent Habora. 
Çok yakın bir zamanda, 2014 yılında Zonguldak’ı bir daha göremeden hayatını kaybetti. 

2004 yılına kaleme aldığı ve köşesinde yayınlanan “1940'larda Zonguldak “ yazısını sunuyorum:
………….
1940'larda Zonguldak…
Zonguldak, bataklık bir alanda kurulmuş bir balıkçı köyüymüş önceleri. Fransızların kurduğu şirket küçük bir liman yaptırmış ve yabancı şirketler buraya akın etmiş.
O akşam korkunç bir fırtına vardı. Şilebin güvertesindeki korkuluklara tutuna tutuna bir süre yürüdüm öne doğru. Ama korkumdan 15-20 adım atıp, geri döndüm. Çünkü dalgalar geminin sol yanından, yani Karadeniz'in ortalarından gelip, sağ tarafından denize dönüyordu. Güçlükle kaptan köşküne çıktım. Önce bir tokat yedim ondan, sonra da odasına kilitlendim. Ve taa Zonguldak'a kadar çıkartmadılar dışarı. 

Kefken kayalıkları…
Sonradan öğrendiğime göre, o fırtınalı bölge Kefken açıklarıymış. Hemen her zaman böyleymiş, oranın durgun olduğu pek görülmezmiş. Hiç aklımdan çıkmamıştı o gece. Zaten sık sık yayınlanan "Kefken kayalıklarında bir gemi battı" haberleri de benim unutmamamı sağladı o geceyi. Devlet Deniz Yollarında İaşe Memuru olan amcam Sabahattin, beni Kanarya şilebine bindirip, kaptana teslim etmişti, Zonguldak'taki büyük amcam Süreyya'ya ulaştırılmam için. İlk kez çıkıyordum İstanbul dışına. İstanbul içinde de gördüğüm yerler sınırlıydı. Avrupa yakasında Rumeli Kavağı'na, eski İstanbul'da Halkalı'ya ve Kadıköy yakasında da en fazla Pendik'e kadar görmüştüm. İlk kez böylesine uzaklaşıyordum İstanbul'dan. Uyumuşum. Ortalık iyice aydınlanmıştı, kaptan yanıma geldiğinde. "Sana tokat atmakta haklıydım, çünkü emanettin bana. Ya o fırtınada denize düşüp, kaybolsaydın? Ben Süreyya'ya, Sabahattin'e ne derdim?" Bu ya da buna benzer şeyler söyledi kaptan. Sonra birlikte kaptan köşküne çıktık. Belki gönlümü almak için olacak, dümeni birkaç dakikalığına bana verdi. 

Zonguldak…
Uçsuz bucaksız deniz sona eriyordu. Şilep karaya doğru yönelmişti. Biraz sonra bir koya girdik. Kaptan, "İşte Zonguldak" dedi. Avuç içi kadar bir yerdi. Bizim İstanbul'un Suadiye'si bile Zonguldak'tan çok büyüktü, bana göre, 8 yaşındaki bir çocuğa göre. Şangır-şungur ya da tangır-tungur demir atıldı. Güverteye indik. Az sonra çevremizde sandallar birikti. Birinde de amcam vardı, ayakta. Sandala bindim kıyıya çıktık. "Nasıl beğendin mi Zonguldak'ı?" diye sordu amcam. O gün gibi anımsıyorum, hiç beğenmemiştim. 

Çünkü her yer çamurluydu ve kapkaraydı. Külüstür bir arabayla (Belki de o yıllarda Zonguldak'ta 10'dan fazla otomobil yoktu.) yokuş yukarı çıkmaya başladık. Bomboştu çevremiz, ne ev vardı, ne de başka bir şey. Yol vardı ama, örneğin sokak lambaları falan yoktu. Adını sonradan öğrendiğim Yenimahalle'ye gidiyorduk. 
Bir deniz feneri vardı, burunda. Amcamınkiyle birlikte üç ev bulunuyordu, o bölgede. Her taraf ağaçlarla kaplıydı. Birkaç ay kaldım Zonguldak'ta. Limana yakın bir ilkokula gittim. Pek emin değilim ama adı galiba Mehmet Akif Ersoy'du. Okulun önünde bir cadde vardı, üzerinde de bir demiryolu. Sürekli trenler, daha doğrusu kömür yüklü vagonlar geçerdi. 

Ereğli, Kozlu, Kandilli…
Pazar günleri ya amcamla çevredeki yerleri gezerdik ya da evin yakınındaki ormana, oradan da maden ocaklarına giderdim. Zaman zaman maden ocaklarına da girdim. Tabii Kömür İşletmeleri Etüd ve Proje Müdürü Süreyya Beyin yeğeni olduğumdan... Dekovile binmeyi çok seviyordum. Ereğli'yi, Kozlu'yu hep 1950 öncesinde gördüm. Ereğli bana Zonguldak'tan büyükmüş gibi geldiydi. Sanırım Ereğli'nin daha gelişmiş olmasının nedeni, taşkömürünün ilk üretiminin orada gerçekleştirilmesiydi. Zonguldak ise, bataklık bir alanda kurulmuş bir balıkçı köyüymüş önceleri. Fransızların kurduğu şirket küçük bir liman yaptırmış ve yabancı şirketler buraya akın etmiş. Kilimli ve Kozlu da sık gittiğimiz yerlerdendi. Ama sadece iki kez gittiğim Amasra ve Kandilli'yi çok sevmiştim. Amasra da o yıllarda bir balıkçı köyü gibiydi, anımsadığım kadarıyla. Ama Kandilli bir başka harikaydı, çocuk gözüyle. Motorla, ağaçlarla kaplı bir tepenin dibindeki iskeleye giderdik. Sonra da dimdik bir tepeye çıkardık, rayda giden, tepeden çekilen bir araçla. İlerimiz, yukarımız ağaçlarla dolu bir tepe ve altımızda Karadeniz. Bugün hemen hemen 60 yıl geçti. Sadece bu fotoğraflar kalmış beynimde... Bir de yaşamımda, aralıklarla görüşüyor olsak da ilk arkadaşım Cengiz Tihan... 
Bir daha göremedim Zonguldak'ı. Acaba nasıl katledildi kent ve çevresi?"

Kaynak: HABER MERKEZİ