Yıldırım Özener’in paylaşımı şöyle: “Doğduğum Soğuksu Terakki mahallesinde ki evden, ben 3 yaşlarındayken ayrılmışız. Çocukların mavi kapı olarak bildiği o evdeki yaşantımı aslında anımsamıyorum. Sonraları çarşı içindeki o apartmanın en üst katına, EKİ nin mütercimi olarak çalışan babama ev tahsis edilmesiyle de, o güzel Fener mahallesine taşındık. Ama Terakki mahallesiyle ilişkimiz hiç bir zaman kesilmedi. Hafta sonları rahmetli teyzemlere ve akrabalarımıza ziyarete gider o mavi kapının önünden, yürümesi zor, sol tarafı uçurum, taş topraklı o dar yoldan geçerdik. Her geçişimizde Rahmetli annem ‘oğlum bak sen bu evde doğdun’ derdi.. Yaşım ilerledikçe o evdeki yaşantımı hatırlamasam bile, resimler ve annemin anlattıklarıyla o zamanı yaşar olmuştum artık. Zonguldak Limanını tepeden gören bu güzel manzaralı, kocaman mavi boyalı demir kapılı ev, hayatımda üstümdeki ilk çatıydı. Bu yol, biraz daha yüründüğünde Müfettişlerin evinin karşısından yukarı çıkan dik merdivenlerin sonunda teyzemlerin evine ulaşırdı. Müfettişlerin evini devam edip, sol tarafı uçurum dikenli ve çalılık yolu 30 metre kadar gidince sağ tarafta dar ve dolambaçlı dik merdivenler babaannemin evine çıkardı.

Yılbaşı akşamlarında toplandığımız Terakki mahallesindeki, dik yamaçtaki onlarca dolambaçlı merdiveni çıkarak yorgun ulaştığımız babaannemin evinin o şirin ve tertemiz odalarına sığmazdık. Eve girdiğimde ilk önce kestane dibine tepeden bakan püfür püfür esen o terasa giderdim. Çamaşır ipleriyle ağ gibi baştanbaşa örülmüş bu büyük terasın dip tarafında babaannemin senede en az bir kere köye gidip getirdiği çuvallar içindeki tarhana, bulgur, şehriye, her çeşit pestiller, elma erik kuruları, salça, kırmızıbiberler, baharatlar, ceviz ve helva gibi erzaklar bulunurdu. Karşı köşede, üstünde birkaç çiçekli saksı ve her sene üzüm verdiğinde daha olmadan gelip gidenin kopartıp yediği, küçük bir asmanın sardığı duvara bitişik tahta sedir, önünde masa ve yine birkaç sandalye bulunurdu. Kestane dibinde çağırıp bağıran çocukları yukarıdan aşağıya kuş bakışı seyrederdim. Babaannem çok hamarat, becerikli ve bilgili tombul bir nineydi. Başında hep bembeyaz yemenisi üstünde bol giydiği fistanı olurdu. Dik yamaçtaki evin yapımında taş taşımış, harcını karmış, çok katlı bu evin duvarlarını çıkmıştı. Evini göz nuru ile yaptığı hep söylenirdi. Öz babaannem olmasa da, sonradan hacı da olan bu sevimli insan, annemin teyzesiydi yani ananemin ablasıydı. Ereğli şivesiyle konuşan Osmanlı kadını o mahallede hepimizin babaannesiydi aslında . Beyi, Ahmet dede ak saçları, gözünde kalın camlı gözlükler başında beyaz takkesi, kocaman kocaman bakardı gözlüğünün arkasından. Üstünde genellikle çizgili pijaması, ayaklarını altında toplamış, hep başköşede otururdu. Kafasına uymadığı şeyleri anında inanılmaz küfürle hallederdi. Canı hiç sıkılmaz aşağıdaki bahçede, ağaçtan meyve çalan mahallenin çocuklarını gözler, terasta saksı içinde biriktirdiği minnacık taşları küfürler eşliğinde, savurarak onları kovardı. Ayni evde Üç çocuklu Nevzat amcam ve Gülşen yengem, Evin üstünde ki evde yine yedi çocuklu Necati amcam ve Saadet yenge, Evin yan tarafında iki çocuklu Fikret amcam ve Hatice yengelerindi. Yan tarafında ortada o dik merdiven ve istimlak duvarı ile sınırlanmış üç çocuklu Lütfiye teyzemler iç içe girift olmuş şekilde beraberce yaşarlardı. O evin alt katında yine Mehmet Atmış, Naime teyzeler ve çocukları Özdal, Vural abiler ve Çiğdem abla, daha sonraları taşınan Berrin yenge ve Hadi abiler, yeğenleri çilli Kemal ile beraber otururlardı. Evlerin etrafı sanki çocuk deryası, cıvıl cıvıldı . Yardımlaşma bir bağrışmayla hallolurdu. ‘ Gülşeeeen, ggızz Gülşeeen !! Az salça gönder ‘

Hafta sonu genellikle erkenden Terakki mahallesine gider akşam geç vakit Fenere evimize geri dönerdik. O akşamlar yemekler yenir, babalarımız rakı keyfi yaparlar çoğu kez biri sarhoş olur curcuna çıkardı.

O unutulmayan günde, günlerden pazardı, Fener‘de alaca karanlıkta top oynamaktan henüz eve dönmüştüm ki, annemin telaşlı bir şekilde ‘çabuk üstünü değiştir teyzenlere gidiyoruz’ demesiyle karşılaştım. Ne olursa olsun teyzemlere gitmek benim için büyük mutluluktu. Babam aynanın karşısında suskun, saçlarını kontrol ediyordu. Belli ki ortada garip bir şey vardı.

Annem, o gün babamın şakaklarında ki beyaz saçlarını siyaha boyamış ama sonuç beklendiği gibi olmamıştı. Ördekbaşı yeşil, parlak koyu lacivert acayip bir saç rengi ortaya çıkmıştı. Annem boyadığı saçları beyaz tebeşirlerimle yine beyazlatmış, babamı yola hazırlamıştı. Akşam vakti alelacele Terakki mahallesine Teyzemlere gidip Berrin yengelerde Berber Ahmet’e saçlarını kestirecektik.

Saç kesiminden sonra. Annem ve babam biraz olsun rahatlamışlar arkasından da Berber Ahmet’i rakı sofrasına davet etmişlerdi. Uzun sohbetler sonunda berber Ahmet içip içip sarhoş olmuş, yalpalayarak gittiği alaturka tuvaletin kuburuna düşmüş baldırlarına kadar pislik içinde dışarı çıkmıştı, pimpirikli Berrin yengelerin evini cılız cüsseli Berber Ahmet resmen boka batırmıştı. Berber Ahmetler babaannemlerin üst tarafında ki patika yolda oturur her zaman yanında deri berber çantasıyla gezerdi. Arada bir Hatice yengenin aşağıdan ‘ berber Ahmettt!! ‘ diye bağırarak sataşır aradaki çalılıklara rağmen haberleşirlerdi..

Terakki mahallesinin kestane dibine yukarıdan bakan o yamacında ki bu evde. Gürül gürül sobaların yandığı Yılbaşı akşamlarında saat on ikiye gelmeden saatler önce başlardık o sıcacık odalarda tombala oynamaya. Bir de dışarıda lapa lapa kar da yağıyorsa, keyfine doyulmazdı o akşamların.

Birinci çinko! Coşkuyla bağırdı bir ses yan taraftaki o küçük tertemiz misafir odasından.

• Yapma be Özkan kaç turdur yediyi bekliyordum..

Daha televizyonu tanımadığımız, bilmediğimiz o yıllarda bazen kendi kendimize hafta sonları ani eğlence programları düzenler, konu komşu kahkahalarla vakit geçirirdik. Sokak kapısı hep açık olurdu. Gelen komşu kapıyı çalmadan kapının ipini çeker içeri girer, odanın bir köşesine otururdu. Bazen Nevzat amcamın Arabın ‘ ah yalellim yaaa le lellim, eşeği sattım yalellim dansıyla, programı açar, yüzünü ekşitip yavaş yavaş odanın ortasında dönerken, Aydın‘ın arkasından süpürgeyle yellemesine kahkahalarla gülerdik. Bizlerde el çırparak hep bir ağızdan ‘ ah yalalelim yaaa le lellim eşşeği sattım yalee lellim ‘ eşlik ederdik. Bazen; Erdinç abimin başına tepsi yerleştirilip üstü tül patiska bezle örtülür, göğüs kısmından düğümlenip bağlanırdı, Göbeğine Özkan veya Erkan abi rujla insan yüzü yapar, ortaya bedensiz kocaman bir surat çıkardı. Göbeğini oynatıp oynarken bizler el çırpar kahkahalarla gülüp eğlenirdik. Uykusu gelen biz çocuklar sağda solda köşede büzülüp sızardık ama eğlence son hızıyla devam ederdi. Artık uyumamak için son direncimizi harcardık.

Biz büyük bir sülaleydik. Yazın hafta sonları deniz kenarlarına, genelde Ilıksu veya orta kapuza pikniğe, yüzmeye, bir kamyon dolusu gider, kamyon dolusu sayım yapıldıktan sonra ‘Punti’ dâhil geç vakit kurbağaların ve ağustos böceklerinin çağrıştığı, ateş böceklerinin pır pır uçuştuğu o huzur dolu karanlıkta geri dönerdik. Punti, Erdinç abimin siyah beyaz renkli uzun burunlu, karışık cins cüce bir köpeğiydi, inanılmaz akıllıydı, sırıtınca gözlerinin içi güler, dişleri ortaya çıkardı. Bazı akşamlar Varşova’yla eniştem bizleri Fenere geri getirdiğinde Punti benim yanımda Fenerde kalır, ertesi günü erkenden Fenerden Soğuksuya, çarşıyı geçerek terakki mahallesine teyzemlere yine geri dönerdi. Puntiyi kuduz olup kaybettiğimizde o kış çok kuvvetli geçmişti, o diz boyu karlı günlerde bu büyük sülalenin devlet hastanesine gidip kuduz iğnesi olmasını bir düşünün hele. Biz Fenerden kalkar o kış kıyamet karşıya devlet hastanesine giderdik. Göbekten yapılan ve son derece acı veren bu kocaman iğnelerden göbeklerimiz delik deşik, mosmor olmuştu. O karlı kış akşamlarında kar kaplı hastane bayırından aşağıya tahta merdivenle kaymalar unutamayacağım eğlencelerdendi.

Teyzemlerin evinin alt bahçesindeki İncir ve küçük Fransız şeftalisinin yanı sıra Dut ağacı da vardı. Mevsimi geldiğinde salkım saçak dut veren ağacın altına bez açılır, dut dalları sallanır bal gibi dutlar toplanırdı. Her defasında ağaca nedense Gülşen yengem çıkar o silkelerdi dutun dallarını. Bu hengâmede muhakkak ya beni veya herhangi bir çocuğu bir arı sokar onun telaşı yaşanırdı Akşamları garaj üstünde yorgan yastık oturur semaverde çay yapılır, sohbet edilirdi. Hıdırellez geceleri tatlı sohbetler yapıldığını hatırlarım. Mahallenin çocukları da garaj önünde, müfettişin evine bakan yolda çoğu kez toplanırlar eğlenirdik. Ramazan aylarında karşı tepeden top atıldıydı atılmadıydı tartışması olurdu. Uzaktan sönük soluk cami minaresinin ışıklarının yanmasını beklerdik, İftar anca öyle bozulurdu. O dağı göremeyen arka tepede oturanlara bağırılır topun atıldığının haberi verilirdi.

Biz kocaman bir sülaleydik. Hepinizi seviyorum.

Bizlerden ayrılan bu değerli insanlara rahmet, hayatta olanlara sağlıklı ömürler diliyorum.

Yıldırım Özener-2020

Zonguldak Nostalji”

Kaynak: Haber Merkezi