Geçen arkadaşla sohbet ederken arkadaşın ağzından ” Benim umudum kalmadı artık bu şehirde” diye bir söz çıktı. Ben arkadaşa umutlu olmasını gerektiğini falan söylemeye çalışırken oradan muhabbete denk gelen dayının biri “ Sen söyle bakalım bu umut ne, ne oluyor” dedi, hatta yanındaki diğer dayı da: “Umut mumut buralara uğramaz, boş konuşma da olum “ dedi.
Sonra ben bir soluklandım ve: “Bize birer çay söyleyin de çok merak ediyorsanız anlatayım madem” dedim. Dayı da “ Burayı çayla “ diye seslendi.
Ardından ben başladım anlatmaya tabii ki de kendimce, kendi fikrimce: “ Bak dedim abilerim, amcalarım umudun sözlük anlamı Mustafa Kemal’dir” dedim, oradan dayı hemen atıldı, “ O kadar kolaya kaçma; o binde bir olur; istisnai durum” dedi.
Cidden bu yoruma, özellikle istisnai durum cevabına şaşırmıştım ama bir yandan da hoşuma gitmedi desem yalan olmaz. Dayı, “ Başka bir cevap bekliyoruz.” dedi bana. Sonra ben de az biraz düşündüm, arkama yaslandım ve birden; “ Cemal Süreya “ dedim. Amcalara pek bir şey ifade etmedi; şaşkınlıkla baktılar o sırada ama arkadaşıma daha önce üstadın hikâyesini anlattığım için yüzündeki ifadeyi gördüm. O sırada biri dayanamadı; “ Eee ne olmuş Cemal Süreye’ya” dedi bana. Sonra ben de başladım anlatmaya tekrar. “ Cemal Süreya; Dersimlidir, sürgün hayatı yedi yaşında başlamıştır. Ailesiyle birlikte bir yük vagonuna koyup Bilecek’ e sürgüne gönderilirler. Annesi henüz 23 yaşındadır ama sürgünün altıncı ayında can verir kadıncağız. Cemal yedi yaşında toprağa verir anacığını, sonra tahsili yani okulu için İstanbul’a gider amcasının yanına, babasıyla kardeşi de peşinden gelir fakat üç yıl sonra polis o kaldıkları evi de basar ve Bilecik’ten izinsiz ayrıldıkları için gerisin geri sürgün yerine gönderirler onları. Cemal Süreya’yı parasız yatılı okula kaydederler, artık o hem sürgün hem parasız hem de yatılıdır kendi deyimiyle. Bütün bu acıları yaşar ama hayata küsmez, hem umut eder, ülkesine, insanlara küsmez ve sonrasında Türkiye’nin Türkçenin en büyük aşk şairi olur. Küsmek yok yani, umut her zaman var olacaktır.”
Anlattım, üstadın hikâyesini ama ne yalan söyleyeyim bu kadar pür dikkat beklemiyordum, kafamı kaldırıp etrafa dikkatlice baktığımda birkaç kişinin daha masaya yanaştıklarını fark ettim. Oradan dayının biri atladı. “La olum bırak edebiyat yapmayı da umut ne la? “dedi. Ortamda bir gülüşme oldu, esasında anlaşıldığımı düşünüyordum çünkü hikâyenin sonunda insanların gözlerine baktım ve onların gözlerindeki ışıltıda beni anladıklarını hissetmiştim. Ve dediğim gibide olmuştu aslında, oradan bana en başta soruyu soran dayı; “ Çocuk daha nasıl anlatsın, gayet açık ortada ” dedi ve sert bakışıyla bir tebessüm attı sonra da. Sonra ben “ Dur dur amca “ dedim. Ve bana edebiyat yapma diyen dayıda doğru döndüm. Aklıma ülkenin tamamının siyasetçi ve spor adamı olduğu geldi ve dayıcım dedim “ Sen Semih Şentürk’ü bilir misin, hani nöbetçi golcüydü, 30 yaşında ki genç golcü vardı ya.”
“Eee ne olmuş ona diye? “ sordu bana.
“2008 yılıydı, sanırım haziran aylarıydı, Hırvatistan’la A milli takımımızın EURO 2008 çeyrek final maçı, Viyana’nın en büyük stadında normal süre sıfır sıfır tamamlanmıştı. Uzatmaların ilk yarısında yine gol olmamıştı fakat ikinci yarısında 119. Dakika da milli takımımız golü yiyip yenik duruma düşmüştü. Valla ne yalan söyleyeyim tüm dünyam yıkılmıştı o an. Golün santrası falan derken son dakika da geçmişti, 120 dakika, koca iki saat bitmişti. Uzatmaların uzatmasını oynuyorduk, hatta o zaman Hırvatistan’ın hocası Beşiktaş’ı çalıştıran Biliç’ti. Yarı finale adlarının yazdırdıklarını düşünüyordu, tüm Hırvat oyuncular, teknik ekip, aslında tüm Hırvatistan ama ne oldu dakika 121’ e geliyordu bi kaç saniye vardı. Rakip ofsayta yakalanmıştı. Kendi yarı sahamızın ortalarındaydı, kalecimizde Rüştüydü, Rüştü Reçber, ofsaytı kullanmak için rakip ceza alanına doğru vuruşu kullandı ve topu ortaladı, orada bir karambol falan oldu derken Semih bir vurdu topa kalecinin sağ köşesine çatala girdi o top ve gol oldu. İşte o an tüm Hırvatlar sustu ve biz tüm Türkiye umutlandık. Nitekim ki o gölün santrası bile yapılmadı ve seri penaltı atışlarında yarı finale biz adımızı yazdırdık. Vay be ne gündü; o zaman golden sonra bir kaç dakikayı hatırlamıyorum, gözlerimi açıp kendime geldiğimde babamla sarman dolaş haldeydik, vallahi oturduğum yerden o duruma nasıl geldik hatırlamıyorum. Tüylerim diken diken oldu. Umarım artık anlamışındır beni, umudun ne olduğunu.”
Dedim ve dayının yüzündeki tebessümü gördüm ve kafa salladı bana. “ Konu anlaşıldıysa ben kalkayım “ dedim ve tam hareketlenirken yaklaşık yirmi dakika önce söylediğimiz çaylar geldi ve “ Nereye gidiyorsun çay söyledik “ dediler. Oturdum çayımı içtim ve evime doğru geldim.
Not: Umudun Hikâyesi, Öküz Çarpması isimli kitabımdan alıntıdır.